Yazan: Şeyma Nur Kırmızı
fsrck@outlook.com
Bir Yol Hikâyesi: Cinsler
7O’lerde Kanada’da yaşayan on beş yaşındaki Kit ve onun Kanada’nın dışındaki parlak bir hayatla yakından ilgileniyor olması, 2016 Kanada yapımı, yönetmenliğini Bruce McDonald’ın yaptığı bir yol hikâyesinin ana hatlarını oluşturuyor. Öğretmen bir baba ve babaannesi ile birlikte yaşayan Kit, oldukça kafa dengi bir ortamda bulunmasına rağmen başka bir şehirde yaşayan annesinin yanına taşınmak ister. Bu isteğini yalnızca kız arkadaşı Alice biliyordur. Bir plan kurarak şehirden yaya olarak ayrılmaya karar verirler. Kit yetmişlerin klasik giyim stilini yaşatan, geniş paçalı pantolonu, stil gömleği ve kunduraları ile otostopçu bir tipe sahip olmasa da Alice ve Alice’in daha çok vakıf olduğu bohem yaşantı sayesinde çetrefilli fakat yine de keyifli bir yolculuk yaşarlar. Yolda onları ilk arabalarına alanlar Alice’in gezgin arkadaş tayfası olur. Hepsi birbirleriyle kaynaşırken Alice, erkek arkadaşının bir başka erkekle arasında geçen diyaloglardan şüphelenmeye ve huysuzlanmaya başlar. Arabadan inerek kendi yollarına devam etme kararı verirler. Gerek yol boyunca gerekse vardıkları yerde Kit için bu kendini keşfetme şansına dönüşür. Vardıkları şehirdeki bir gece partisinin ardından annesinin evine gelirler. Anne psikolojik rahatsızlıklara sahiptir ve ailenin kopukluğunun baş sebebi de tam olarak budur. Sahip olduğu kişisel özellikleri ile annesinin yanında daha huzurlu olacağını düşünen Kit burada karşılaştıkları sebebiyle yanlış düşündüğünü anlar ve nihayet kendisi hakkında endişelenen babasıyla iletişime geçerek geri dönmek istediğini söyler. İzleyici Alice ile yol boyunca ergenliğin de canlı tuttuğu hiçbir yakın teması değerlendirmeyen Kit’in evden uzaklaşma sebebini de bu süreçte anlar. Kit, eşcinseldir ve bir gün babasının bir telefon konuşmasında eşcinsel bir hocasına “ibne” olarak hakaret etmiş olmasını yanlış anlayarak babasından uzaklaşma ister. Babasına sitemkâr bir itirafta bulunduktan sonra her şeyin açıklığa kavuşması üzerine yaşadıkları şehre geri dönerler. Bu süre zarfında yalnızca Kit’in görebildiği bir yol arkadaşları da onlara eşlik eder. Hayranı olduğu Andy Warhol belki hayali belki de şizofrenik bir karakter olarak Kit’e eşlik eder.
Film Cinsler ismini, filmin bir sahnesinde Kit’le duygusal bir bağ kuran fakat kendini gizleyen çocuğun, bir yakınlaşma halinde yakalandıkları için Kit’i suçlayıp ona “cins” olarak hitap etmesinden alır. Alice’in ona bu şekilde hitap etmesinin ardından üzülen Kit, Andy ile arasında şöyle bir diyalog geçer;
-Bana cins dedi. Cinsmişim!
+ Olabilir Kit. Sorun değil. O da bir cins.
Filmin bir yol hikâyesini içinde barındırması, otostop kültürünün ve o zamanki gençliğin ufak bir yansmasını, bohemliği, yetmişler Kanada’sının toplumsal kabullerine ufak da olsa değinmesi ve bunu siyah beyaz bir çerçevede yapması oldukça nostaljikti. Andy ve Kit arasındaki akılcı diyaloglar, Alice’in maruz kaldığı gerçeklik karşısındaki olgunluğu ve bir babanın endişesi açısından da oldukça samimi bir filmdi. Ayrıca filmin müzikleri bu nostaljik yol haline birebir uygun, özellikle film müzikleri konusunda büyük beklentileri olan biri için fazlasıyla doyurucu nitelikteydi –teşekkürler-. Bir gezgin olarak filmi yumuşak bir zeminde, ferahlatıcı bir aidiyetle ve ruh haliyle haneme eklemiş oldum. Unutmayın, hepimiz birer cinsiz, bizi farklı kılan bir şeyler taşıdığımız sürece… hepimiz birer cinsiz.
Fragman:
Frida
Altı yaşında, annesini ve babasını kaybeden bir kız çocuğu ve onun dayısı ile yengesi tarafından evlatlık alındıktan sonra onlara ve onların yaşamlarına adapte olma çabası üzerine kurulu olan film, 93 Yazı, yönetmenliğini Carla Simon’un yaptığı, İspanyol yapımı bir filmdir. Frida’nın gittiği ev tarlaları ve büyük meyve bahçesi olan bir köy evidir. Dayısının iki-üç yaşlarında bir de kızı vardır. Annesine olan özlemi ile günlerini geçiren Frida, bahçenin bir köşesinde saklı olan Meryem Ana heykelinin yanına sürekli olarak annesinin sevdiği şeyleri bırakarak, dua eder. Bazen hırçın ve saygısız bazen de neşeli olan Frida genel olarak ait olmadığı bir yerde var olma çabası içerisindedir. İzleyici bir çocuğun gözünden sevgiyi kelimelere dökmeden ifade etme çabalarını ve bu çabaların büyüklerin dünyasında yarattığı algı sapmalarını görür. Çocuk psikolojisinin birçok noktasına değinen 93 Yazı, kendi çocuğunun zarar görmesinden endişe eden bir anne, annesiz ve babasız bir çocuk ve kendi çocuğu da dahil birçok sorumluluğu üstlenmek zorunda olan bir babanın iç dünyasını çizmekte. Frida ve küçük kardeş Ana karakteri yaşlarının üzerinde bir oyunculuk sergileyerek, seyirciyi sinema perdesinden alıp gerçekliğe çekme konusunda oldukça başarılıydı. Şahsen Frida karakterinin yarı seyirci konumunu, yani sürekli olarak “büyüklerin” asla dikkat etmeyeceği noktaların gözlemcisi olmasını ve bunlarla iç dünyasındaki muhakemeleri sonucunda bir şeylere karar verme yetisini oldukça etkileyici buldum. Frida’nın bazen bilinçli olarak bazen bilinçsiz olarak Ana karakterine zarar veriyor olması, bunun karşısında endişelenen bir ailenin Frida’ya olan tepkileri, Frida’nın yaptıklarından pişman olarak onları telafi etme çabaları arasında çocuk hakları konusunda oldukça dokunaklı noktaları yakalamakta film. Bir travmaya olanak vermeden, insani bütün duyguları içinde barındırarak ve klasik bir “yetim” imgesinin çok dışında olgun bir Frida karakteri ile ajitasyonun çok dışında bir duygu aktarımı yaparak seyirciyi yakalamakta.
Frida (Laila Artigas) karakteri üzerinde durmayı istiyorum. İlk uzun metrajlı film deneyiminde beni perdeye kitleyen bir performansa sahipti. Bir rolü gözleriyle oynamak hali vardır. İşte tam olarak bunu başarıyordu Laila. İçine kapanık yani kelimelerle arası olmayan yalnız, altı yaşındaki bir çocuğun, bir baba ve kızı(Ana) arasındaki iletişimi seyrederken aktarabileceği ne kadar “yoksunluk” hissiyatı varsa her birini aktarabilen ve hırçınlıklarının tutkusunu yansıtabilen bir oyunculuk! Çoğu zaman duygulandıran bir yalınlıkla Frida, gerçekten iz bırakan bir oyunculuk sergilemiş 93 Yazı’nda… Filmi kişiler arası duygu yoğunlukları içerisinde izlerken onlarla birlikte bunalıp onlarla birlikte sinirlenip, taşıp ardından sakinleşen bir ruh hali sonunda Frida, sessizliğini bozarak, en mutlu olduğu anda nihayet, tüm hüznünü, altı yaşında bir çocuk olduğunu seyirciye anımsatarak ifade eder. Hıçkıra hıçkıra ağlar ve sahne kapanır.
Annesine hediyeler sunan Frida’nın hiçbir şeyin ona ulaşmadığını görüp Meryem Ana heykeline vurduğu sahne ve ardından gerçekliğe dönüşü, yönetmenin bir annenin bir yavruyu anlayamama imajını vermiş olması, sanırım filmin otobiyografik tarafının en vurucu sahnesiydi. Berlin Jüri Büyük Ödülü’nü ve GWFF En iyi İlk Film Ödülü’nü alan 93 Yazı filmi, bir hoş insanlık filmi olarak hafızamıza eklensin.
Fragman: